Bartu Şanlı
Giriş
Karl Marx’ın (1818-1883) geliştirdiği tarihsel materyalizm anlayışının mirasçılarından Georg Lukács’ın (1885-1971) on yedi ciltlik külliyatının ciddi bir parçasını edebiyat eleştirileri (20.yüzyılın başındaki eserlerinden (en belirleyici olanı Roman Kuramı) 1970’lerdeki kısa Soljenitsin incelemesine kadar) oluşturur ve büyük çoğunluğu -resmi olarak- 1923 tarihi sonrasında yaşama karşı geliştirdiği tavrın, komünistliğin bir parçasıdır. Dolayısıyla edebiyat eleştirisine yönelik geliştirdiği yordamın ve hareket biçiminin en temelde tarihsel materyalizm anlayışı ile bağlantılı olduğu ifade edilebilir.
O halde, Lukács’ın geliştirdiği düşüncelerin tarihsel materyalizm ve edebiyat eleştirisiyle ilişkisi nedir? Lukács’a göre sanatçı, ezilmişlerin bakış açısına inmelidir ve o ana dek yapılamayanı/ifade edilemeyeni dile getirmeli ve bir çatışma anı resmetmelidir. Böylece, sanatçı salt hislerini ifade etmeyecek, belirli bir toplumsallık içine yerleşecektir. Eseri kim, hangi gerekçelerle yargılayacaktır? Lukács’a göre eleştirmen, yalnızca bir değerlendirme yapmakla kalmamalı aynı zamanda açıklamalar da getirmelidir. Örneğin, ‘edebiyat neden değişmiştir?’, ‘yeni türler neden ve ne zaman meydana gelmiştir?’ veya ‘belirli bir dönemde realizm neden yükselişe geçmiş ve çökmeye başlamıştır’ gibi sorular, eleştirmenin açıklamalarıyla gün yüzüne çıkmalıdır. Bir başka soru ise, ilericilik ve gericilik bahsinde kendisini gösterir. Lukács’ın modernist edebiyata ilişkin realist eleştirileri de yine bu bağlamda görülebilir. Kronolojik olarak yeni görünen unsurlar, ilkeler, davranışlar neden Lukács’ın düşüncesinde bir gerileme veyahut bir çöküş olarak resmedilmektedir? Niceliksel değişikler ve niteliksel değişimler arasındaki ayrım Lukács’ın edebiyat eleştirisi anlayışında veyahut dünyanın estetik algılanış biçiminde neye işaret eder? İçinde yaşadıkları çağda realist ve modernist yazarları karşı karşıya getiren bir eleştirinin ilkeleri, unsurları ve eleştirileri estetik mi yoksa pratik bir ölçeğe mi sahiptir?
Bu yazının iki amacı bulunmaktadır. Birincisi, bir edebiyat eleştirmeni olarak Lukács’ın modernist edebiyata yönelik eleştirilerinin, realizm savunusunun, bir bilgi biçimi olarak edebiyatın ideolojiyle ilişkisinin ve edebiyat ile tarihinin ayrılmazlığının nasıl anlaşılması gerektiğinden söz edilecektir. İkinci olarak, bir modernist edebiyat yazarı olarak Kafka’nın eserlerinin bu bağlamda ne anlama geldiği soruşturulacaktır.
I.
Tarih 1934. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde Yazarlar Kongresi düzenlenir ve içlerinde o günlerin en meşhur iki yazarı da yerini almış durumdadır: Maksim Gorki (1868-1936) ve Andrey Jdanov (1896-1948). İki ismin sanata dair vurgusu, çoğunlukla didaktik bir betimleme üzerinde yoğunlaşır. Örneğin, Josef Stalin (1878-1953) yazarın bir ruh mühendisi (engineer of the soul) olması gerektiğini, Jdanov ise toplumun dönüşümünde bir rol alması gerektiğini ifade eder. Sosyalizmin tini, işçinin dönüşümünü ve eğitimini düşünce ve gerçeklik arasındaki ilişkinin geçiş alanı olarak görür. Sanata dair eklemeler sosyalist realizm kavramını ortaya çıkardı ve klasik marksizme eklediği şey devrimci bir romantizmdi. Gorki, gerçeklikten kopuk bir varlık olarak burjuva romantizmini eleştirir ve bu minvalde bir romantizmin hiçliğe giden bir yolu döşediğini ifade eder. Dolayısıyla, proleter bir romantizmin peşine düşülür. Gerçekliği dönüştürmeyi talep eden bir ifade biçimi olarak devrimci bir romantizm icat edilmelidir. Böylece, sosyalist realizme son anda böyle bir romantizm -biraz da Jdanov’un onayıyla- dahil olur.
Edebiyatın veyahut daha genel anlamda hikâyeleştirme sanatının o güne değin sesi çıkmamış, ezilmiş, sömürülmüş olanlara karşı masum olmayan bir sessizleştirme edimleriyle at başı giden bir kültüre karşı devrimci duygu ve düşünceler yeni bir kültür yaratabilecek mi? Eski kültüre yönelik bir reform ile yetinilebilir mi? Proletkült hareketinin savunucuları, bütünüyle yeni ve geçmişle net bir kopuşu gerçekleştirdiklerini ileri sürmüşlerdir ancak heyecanları kısa sürmüştür. Lenin itiraz etmiştir ve Jdanov şu şerhi düşmüştür: ruhun mühendisliği bütün çağların edebi mirasının eleştirel bir yolla tefekkür edilmesi anlamına gelmektedir.
Pratik ve estetik arasındaki gergin ilişki karşısında hümanist bir eğitim almış, 1923’ten sonra ise çözümü sosyalizm içerisinde bulmuş eleştirmen Lukács, yazarın rolüyle tarihsel materyalizm arasındaki ilişkiyi nasıl konumlandırmıştır? Lukács’ın Johann Wolfgang Goethe’den (1749-1832) en sevdiği alıntılardan birisi şöyledir: “Eğer insan kendi ıstırabında dilsizse/ Bir tanrı bana acı çektiğimi ifade etmem için bir ses verdi”. Yazar ilk olarak, kendini ifade edememiş, doğduğu andan itibaren bir eşitsizliğin doğallıkla ve doğayla birlikte gittiği bir dünyaya iz bırakmalıdır, toplumsallığa yerleşmelidir. Ayrıca, bu izde irrasyonel bir tarzda salt hisler yetersiz kalacaktır, belli bir toplumsallığın içine yerleşilmeli ve nesnel özgürlüğün elden bırakılmaması gerekmektedir. Dolayısıyla, Lukács’ın 1923 sonrasında peşini bırakmadığı özbilincin yeri vardır. Sanatçının ifadesi bir özbilincin ifadesi olacaktır. Özbilinç yoluyla eser, bütün toplumsal sürecin bir parçası hâline gelip Tarih içerisinde nesnel bir açıdan konum alacaktır. Bir başka açıdan özbilinç, yazarın kendi toplumsal sürecine dair farkındalığıdır.
İkinci olarak, yazar toplumun doğasının farkında olmalı ve toplumu bir bütünlük (totality) içerisinde kavramalıdır. Toplum ve içerisindeki ilişki ağları ve yasalar, soyut bir hâlde tasvir edilmemelidir. Ayrıca, yazar “tip” yaratarak karakter ve koşulları bu doğrultuda harekete geçirmelidir. Lukács’ın tip kavramı ne salt bir yüzeysellikten oluşur ne de kalıcı ve ebedi bir anlayış ile donanmış kısır bir döngü içerisindedir. Çoğulluk esas kılınır ve tarihsel gelişim ile etik boyut tipin içerisine yerleşir. “Bir yanda kişiliğin bireyselleşmesi” der Simmel, “öte yanda kişiliği toplumsal çevresine bağlayan etkiler, çıkarlar ve ilişkiler, birbirine bağımlı bir gelişme örüntüsü gösterir ve bu örüntü çok farklı tarihsel ve kurumsal ortamlarda tipik bir biçim olarak ortaya çıkar. Bireyi kuşatan çevre ne derece genişlerse genelde varlık ve eylemdeki bireysellik de o derece artar”. Ancak, Lukács tipten söz ederken bir toplumdaki ortalama bir kişi veyahut bireyselliğini eritmiş bir kimseden söz etmemektedir. Tip, genel ile özeli tarihsel-toplumsal bir çerçevede ve bir çatı altında hem yan yana getirir hem de karşıtlık yaratır. Tip ifadesinin kaba kullanımı bir değişmezliği, durağanlığı bir arada tutarak materyalizmden uzaklaşır. Ayrıca, yazar anlatının yasasını en baştan vermez bunun yerine bir ortam yaratır ve tipleri anlatıma (narrate) eklemleyerek aralarında bir dolayım ilişkisi kurar. Dolayısıyla, anlatının başı ve sonu arasındaki değişimin diyalektik boyutuna dikkat çekerek, natüralist etkilerden de sakınır. Bir başka açıdan, “tipik sözcüğünün, sanat yapıtının tözü ya da içeriği olan bu temel gerçekliğin tek tek karakterlerine eklemlenmeye bir ad olmaktan başka görevi yoktur”.
II.
Bir yaklaşımın sadece belirli bir alana özgülüğü ve biçimsel özerkliği, işin içine Tarih girince de aynı sonuçları verebilir mi? Eleştirmen Lukács, herhangi bir alanın kendinde bir sınırı ve özerkliği olduğu fikrine karşı çıkacaktır. Ona göre, her farklı alan yalnızca yaşama yönelik bir bilgi biçimidir ve parçalıdır. Dolayısıyla hayatın içindeki kavrayış kapasitesi ve farklı bilgi biçimlerine yönelik tavrın temelinde bütün dolayımıyla yaşam vardır. Bir ölçüde ilerlemenin bir ölçüde de kapitalist modernitenin bölümlemesi sonucu insanın bakış açısı daralmaktadır, dünya ancak önceden belirlenmiş çerçevelemeler yoluyla gözlemlenebilmektedir. Gelgelelim, materyalist Tarih bu sınırlandırmaların herhangi bir alan ile sınırlı olmadığını ancak sınırlamaların daha derindeki bir hareket ettirici yoluyla anlaşılabileceğini açığa çıkarabilir.
Lukács, bir tarihsel özne olarak insan kavrayışı söz konusu olduğunda, Marx’ın 1844 Elyazmaları’nda izlediği yaklaşımı sürdürür. Zorunlu olarak kapitalizmin koşullarına doğan sınıfsal varlık, insanın doğasından ayrılmayı gerekli kılmaktadır. İnsanın kendini gerçekleştirmesinin önüne ket vuran kapitalizm, insanı eyleme götüren yolları tıkamış ve sadece bir nesnede kendini görmesine müsaade etmektedir. Dolayısıyla, “nesneler dünyasının [Sachenwelt] değer kazanmasıyla doğru orantılı olarak insan dünyası [Menschenwelt] değersizleşir”. İnsan emeği, doğaya yabancılaşmıştır ve dolayısıyla fiili işlevine de yabancılaşmıştır. Bilinçli bir şekilde kendi doğasına karşı etkin bir rol üstlendiği ölçüde insani varoluşunu gerçekleştirir.
Macar eleştirmen, insanı sınırlayan kapitalist modernite koşulları karşısında çeşitli bilgi biçimlerinin insan portresini eleştirir. İnsanın statik, eyleme geçme kapasitesinden yoksun bir şekilde soyut bir şimdiye ‘bırakılmışlığı’ [Gelassenheit] ve ‘fırlatılmışlığı’ [Geworfenheit] karşısında Lukács, aynı gerçekliği tam karşıtından kurar: İnsan, doğduğu eşitsizliği, yoksun bırakıldığı boş zamanın deneyimsizliğine dair deneyimini, çevre ve toplum koşulları dolayımıyla bir araya getirir ve buradan bir özbilinç devşirir. Dolayısıyla, geçmişten gelen natüralist ve dış dünyanın sadece anlık fotoğraflarını yeniden üretmekten ibaret olan bir gericiliğe savrulmaktan sakınır.
III.
Lukács’ın modernist veyahut modernist edebiyata dair rahatsızlıkları birkaç maddede sıralanabilir: i) modernist edebiyatın, en ilerici sanatı icra edeceğine yönelik inanç ve düşünceye uzaklığı, ii) realizmde kullanılan tekniklerin terkedilmesi ve eskimiş gibi davranılması, iii) edebiyatta tekniğe fazla odaklanmak ve içeriği terketmek.
Modernist edebiyat, gerçekçi eğilimlerin karşısındaki bir çizgide varoluşunu sürdürmektedir ve eleştirmen Lukács bilhassa bu tavrın altında yatan ideolojik saikleri ortaya çıkarır; bir başka açıdan sanatçıların gizemli kıldığı/ bıraktığı noktaları tarihsel materyalist olarak gizemsizleştirmeye çalışmaktadır.
Lukács’a göre, biçimin kendisini sadece modern tekniklerden ibaret görmek, asıl biçimin kendisinden uzaklaşmayı beraberinde getirmektedir. Ayrıca üslupların farklılığının üzerinde bir hayli durulduğu için, temelindeki birtakım ilkeler görünmez hâle gelmektedir. Örneğin, Lukács’a göre modernist edebiyatın önemsediği bir teknik olarak iç monolog (inner monologue) veya bilinç akışı (stream of consciousness), kendi başına bir yenilik veya ilerilik getirmez; halihazırda bunu kullanan yazarlar sadece modernistler değildir. Bu tekniği/teknikleri hem James Joyce (1882-1941) hem de Thomas Mann (1875-1955) kullanmaktadır. Ancak, ikisinin teknikleri kullanma biçimleri hayli farklıdır, romanlarında benzerlik bulmak hayli zordur. Lukács’a göre, Joyce özelinde modernist edebiyat yazarları için teknik bir “anlatım tarzı” olmaktan çıkmış, içeriğin kendisi hâline gelmiştir. Böylece, teknik kurmacada mutlak haline gelir Lukács’a göre. Oysa, “duyular üzerindeki anlık izlenimlerin” sınırlanmışlığı ne Goethe’de ne de on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılın realist yazarlarında bulunmaktadır. Pek çok beliriş ya da kayboluş olsa da bir bütün çerçevesinde gerçekleşen bir anlatı gözden kaybolmaz.
Lukács’a göre, Joyce’un eserleri bir başarısızlık ürünü değildir. Çünkü, amaçları ve teknikleri kullanma biçimi eser ile uyumludur. Duyulara ve çoğunlukla öznel bir bilince bağlı kalınarak oluşturulan gerçeklik, güven duygusunu zedeler. Dolayısıyla, ne karakterler ne de çevre bir nesnellik zeminine oturabilir ve böylece modernist kurmaca kararsızlık, amaçsız ve yönsüz hale gelmiş etki alanları ve olayların statik bir görünümü kıskacında bir dünya yaratır.
Modernist edebiyat, Joyce’ta teşekkül eden bu özelliklerini geçmişteki herhangi bir dönemden, yazardan veyahut bir konjonktürün ruh halinden (Zeitgeist) almış olabilir mi?
Lukács, bir yazısında bu probleme odaklanır. Natüralist özellikler nasıl modernist edebiyatta tekrar gün yüzüne çıkmıştır? Emile Zola’nın (1840-1902) Joyce ile nasıl bir ortak özelliği olabilir ki? Lukács’a göre, modernist edebiyatın natüralizmden aldığı kritik bir yaklaşım vardır: natüralizmin dolaysızlığı (immediacy of naturalism). Ne karakterler ne de olaylar asla somut bir bütünde ilişkilenmemektedir: natüralizmde saf olguların yeniden tekrarı söz konusudur, modernist edebiyatta ise geçmiş hafızada yer etmemektedir, gelecek tasarısı ise yoğun bir şimdiye yönelik bunalımın devamı olabilir yalnızca. Lukács’a göre, natüralist bir kurmaca yalnızca dünyanın fotokopisini çekiyorsa, modernist kurmaca da gerçekliği öznel bir bilince boğar ve eylemsizlikle sonuçlandırır. Ancak, natüralizm ve modernist edebiyat arasında bir geçiş alanı, bir hatırlatıcı grup çıkmamış mıdır? Akla ilk gelenler şüphesiz ekspresyonistlerdir. Ekspresyonizm, bilhassa bireyin deneyimine yoğunlaşmıştır. Nesnel gerçeklik ile yalnızca bir kaos çerçevesinde ilişki kurulur. Net bir şekilde burjuvaya karşı çıkmalarına rağmen protest tavırları yalnızca bir romantizm çerçevesindeydi. Dolayısıyla, kapitalizme karşı bir kayıp duygusuyla yetinen bir gruptu ve Lukács’ın Çağdaş Gerçekliğin Anlamı kitabından önce, 1930’larda Ernst Bloch (1885-1977) ile tartışmasında ekspresyonizmin, toplumu parçalayan bir bakışa yönelik eleştirileri bu açıdan bir süreklilik unsuru barındırır.
Lukács yer yer, sağlıklılığın ve maraziliğin edebiyattaki manzaralarına da göz atar. Öyle ki, onun için bu ifadeler biyolojik değil, doğrudan tarihsel ve toplumsaldır. Modernist edebiyatın insan temsilleri çürümüş, anti-hümanist ve marazi bir tasvir olarak karşımıza çıkar, dolayısıyla Lukács’ın sanatta aradığı veya beklediği gelişimsel alan veya erek, modernist edebiyata yönelik eleştirilerinde belirleyicidir. Ona göre, “büyük ve sağlıklı sanat, gelişmemizi ileriye yönlendiren ve insanın özbilincini geliştiren, bu yüzden kalıcı olan -aksi halde geçici olacak- bu anları sabitlediğinden, mükemmel formlar da bu anların yeniden deneyimlenmesine izin verdiğinden, büyük ve sağlıklı sanat eserleri insanlığın her daim yenilenen hazineleridir.
IV.
Franz Kafka’nın (1883-1924) eserlerinde okurların karşısına çıkan belirli betimlemeler ve karanlık boyutlar vardır: çeşitli kabuslar, bürokrasinin olumsuz anlamıyla evrenselliği ve sonu gelmeyen eşitsizlik biçimleri veya hiyerarşiler. Hâliyle, esere gömülü bir çıkışsızlıktan, belirsizlikten, güvensizlikten, geçicilikten ve bilinmeyenin paradoksal rolünü vurgulayan simgelerden bahsetmek de bir önceki cümledeki betimlemelerle iç içe girmiştir. Kafka’nın eserlerindeki bu hava, bir demir kafesin içinde hava alamayan bireylerin ve bireyleri oluşturan toplulukların bürokrasi karşısındaki bir şimdinin ruh hali olarak mı alınmalıdır yoksa modernist edebiyatın genel eğilimlerini yansıtan bir başka yapıt olarak mı? Lukács, ikincisini savunur ancak popüler kültürde kendine yer bulduğu hâliyle kaba bir çerçevesi yoktur bu değerlendirmenin.
Lukács açısından, Kafka’nın gerçekliği kavrayış biçimi modernist yazarlardan çoğunlukla ayrılsa da, temel ilkeleri, tutumları, karakterleri hareket ettirdiği biçim ve bakış açısı modernist edebiyatın bir parçasıdır. Çünkü, daha önce bahsedildiği üzere, Lukács çağının baskın düşüncesinin bütününü temel alan ve hem toplumu hem de tarihi bu şekilde düşünen ve ele alan Hegelci-Marksist bir düşünürdür.
Lukács’ın Kafka’ya dair ilk eleştirisi şöyledir: Kafka’nın eserleri, gerçekliği ayrıntılara sıkıştırmıştır ve en temelde “ayrıntıların aslında birbirinin yerine geçemeyeceği görüşünün temelinde dünyanın akıl yoluyla anlaşılabileceği ve insanın dünyanın gizlerini açıklayabileceği inancı yatmaktadır”. Realist edebiyatta, ayrıntılar hem tipolojiye hem de karakterlere çeşitli ölçülerde yatkındır ve aralarındaki bu dağılım ile çevredeki gerilim ve çatışma bir diyalektik hattını oluşturur. Modernist yazarlarda ise her şey gelip geçicidir, dağınıktır, statiktir, mekan bireyin kendi içinde kapalı kalmıştır ve ayrıntılar birbirine karışabilir veya yer değiştirebilir çünkü niteliksel yeterliliklerini kaybetmişlerdir. Modernist yazarların bakış açılarını ve ilkelerini belirleyen şey, dış dünya gerçekliğinin toplumsallığının kayboluşu mudur yoksa eşitsiz bir ikinci doğada bırakılmışlıkları mı?
Nihayetinde, ayrıntı zenginliği kendi başına düşünüldüğünde gerçekliği yansıtmayı sağlar. Nesnel gerçeklik ile ilişkisini belirleyen ise yazarın gerçeklik karşısındaki tutumudur. Çünkü, ayrıntıların birbirinden ayırt edilmesi ve hepsinin bir kurmacada farklı roller üstlenmesi, farklılık tesis eder; toptancı bir eşitleyicilik kendine yer bulamaz. Ayrıntıların rastgeleliği veya rastlantısallığı bir natüralizm ‘hastalığıdır’. Çünkü, insanın herhangi bir müdahalesine ne yer ne gerek vardır orada ve sıkıcı olmakla at başı giden bir özellik olarak başından sonuna kadar natüralist kurmacada herhangi bir boşluk veyahut imkân yoktur. Ancak Lukács’a göre, Kafka tam bu noktada modernist yazarlardan (Joyce burada düşünülebilir) ayrılır çünkü doğalcı değil ayıklayıcıdır. O halde, Kafka bir gerçekçi midir? Lukács, bütünü temel alan bir düşünür olduğu için, tekil bir özellik dolayısıyla herhangi bir niteliksel değişim atfetmez kimseye. Dolayısıyla, Kafka’nın tutumu bir gerçekçi olmasına müsaade etmemektedir ve Lukács’a göre Kafka’daki bu ilkeler Hiçliğe olan inancı temsil eder.
Hiçlik, anlamsızlık, aşkınlık, kaygı (angst), anormallik, anti-hümanizm, marazilik, aşkınlık… Bu kavramlar Lukács’ın modernist edebiyata yaklaşırken kullandığı kavramlar olduğu kadar kendi çağının bir başka gerçekliğini incelemek için seçtiği araçlar hâline gelir. Hiçliğin ise Kafka’da özgül bir anlamı vardır. Lukács şöyle ifade eder: “Kafka açıkça söylese de, söylemese de dinsizdir. Fakat Kafka’nın dinsizliği, Tanrı’nın ortadan kalkışını-Epikuros ve Ansiklopediciler gibi-bir kurtuluş değil de, dünyanın “Tanrı tarafından yüzüstü bırakılışı”nın, mutlak yalnızlığının ve saçmalığının bir belirtisi sayan türden bir dinsizliktir”. Kafka’nın dinsizliğinin ya da inançsızlığının, bir önceki yüzyılın devrimci alametlerinden soyutlanmış, Tanrısız bir dünyada ondan geriye kalan boşluklarda kendisini arayan nihilist bir karakter yarattığı ifade edilebilir ve Lukács şöyle devam eder: “Çağdaş dinsel tanrısızlığın özelliği bir yandan inançsızlığın devrimci hızını yitirmiş olması- boş gökler kurtuluş umudu olmayan bir dünyanın yansımasıdır- öte yandan da, kurtuluş umudunun Tanrısız bir dünyada, Tanrı’nın yokluğunun yarattığı boşluğa taparak azalmayan bir güçle yaşamasıdır”.
Dolayısıyla modernitenin, bireyin kendi başına özerkliğini kurması için dünyayı kutsallıktan arındırması ve rasyonaliteyi yerleştirmesi Kafka’da gerçekdışı bir dönüşüm yaşamıştır. Şöyle ki, birey kutsallığı ortadan kaldırmak bir yana, çağdaş bir geri çekiliş hattının mağrur bir örneğini sergilerken dünyada değişimden yana tavır almaktan uzak hâle gelmiş, getirilmiştir.
Lukács bir yerde “sanat önemli olanı tutmak, önemsizi çıkarmaktır” der. Eserdeki seçicilik ilgisi, doğrudan perspektif problemiyle ilişkilidir. Perspektif yazının tutumunu, yaklaşımını ve seçicilik tarzını ortaya çıkarır. O halde, perspektif olayları ve meseleleri kişiselleştirir mi? Lukács buna katılmaz ve ona göre yazarın perspektifinin daha gerisinde, ait olduğu bir tarihsel ve toplumsal gerçeklik vardır. Hatta, “belli bir tarihsel süreç içinde somut bir öğe, somut bir geçmişle somut bir geleceği birbirine bağlayan somut bir şimdiki zamandır”. Dolayısıyla, en öznel görünen özelliklerin içinden bir toplumsallık çıkar, Lukács tam da bu öznelliğin toplumsal boyutunun sürekliliğini soruşturur, öznesini merak eder ve tarihsel süreçteki kopuşlarına odaklanır.
Sonuç Yerine
Bugün Lukács’ın modernist edebiyata yönelik eleştirileri oldukça tartışmalıdır ve kabul görmesinin önünde çeşitli engeller vardır: Macar eleştirmen yirminci yüzyıldaki olumsuz politik kararları, bireylerin içine düştükleri çukurları ve karamsarlık kuyularını, iddia edildiği üzere vaat edildiği hâliyle gerçekleşemeyen politik özgürlüğü göz ardı ediyor olabilir mi? Tarih ve Sınıf Bilinci’nde ortaya koyduğu modern anlamda şeyleşmenin, aslında izi sürülebildiğinde daha önceki dönemlerde de bulunabildiğine karşı Lukács ne diyecektir? Bütün bu etkisizleşme ve silikleşme, şeyleşmenin genişlemesiyle bütünüyle ilgisiz midir?
Lukács, eğer ortaya bir problem koyulabiliyorsa onun çözülebileceği inancındadır. Çözümün iki unsuru vardır: i) modernitenin değişken dokusu, ii) öznenin tarihselliği. Modern bireyin kendi öznelliğini kurması pek çok faktörün bir araya gelmesi ve Tarih’in özgürlük adına hareket etmesiyle gerçekleşecektir. Tarihsel özne ise kendi tarihini kendi özbilinci yoluyla oluşturarak ‘bendeki biz’e yönelecektir. Hareketin kendisi ise en başından itibaren belirgin, tanımlanmış, belirlenmiş ve sabit değildir aksine şimdide her daim kendisini güncelleyerek oluşturan bir etkiye sahiptir. Lukács, çelişkiyi modernitenin en kritik kavramı olarak sahiplenir ve uyum ile doğalcılık içinde kendisini gösteren modernist edebiyata tarihsel olarak ilerici görünse de niteliksel ve gelişimsel olarak irrasyonel bir dokusu olduğunu çağdaş bilgi biçimleri eşliğinde cevap verir.
Kaynakça
Georg Lukács, Studies in European Realism, çev. E. Bone, Grosset ve Dunlap, New York, 1964; Merlin Press, Londra, 1972
Essays on Thomas Mann, çev. S. Mitchell, Merlin Press, Londra, 1964
Marx-Engels, Collected Works, Volume 40, çev.Peter ve Betty Ross.
Georg Simmel, Bireysellik ve Kültür, çev. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, İstanbul, 2009.
Fredric Jameson, Marksizm ve Biçim, çev. Mehmet Doğan, YKY Yayınları, İstanbul, 2013.
Karl Marx, Hayalet Marx: Seçme Yazılar, haz. Güçlü Ateşoğlu, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2017.
Georg Lukács, Writer&Critic and Other Essays, çev. Arthur D. Kahn, Merlin Press, 1971.
Georg Lukács, Sanat: Sağlıklı Mı Marazi Mi?, çev. Bartu Şanlı, Terrabayt, https://terrabayt.com/dusunce/sanat-saglikli-mi-marazi-mi/
Georg Lukács, Çağdaş Gerçekliğin Anlamı, çev. Cevat Çapan, Payel Yayınları, İstanbul, 2000.

Yorum bırakın